Görsel Duyarlılıkta Görsel Algı Ve Görsel Düşünme
Salime Kaman yazdı...

Adana Portakal Çiçeği Karnavalı kapsamında 4-13 Nisan 2025 tarihlerinde Alegori Kültür Sanat Derneği (AKÜSDER) tarafından, Vagabond Galeri’de düzenlenen Kelebek Etkisi Karma Resim Sergisi’nin beşinci gününde yaptığımız söyleşiye konu bilgileri sizler için yazdım.
Bu bilgiler ki açık ve duru sezgide görebileceğimiz şeyler. Sezgi arı ve dikkatli bir anlığın, kuşku duyulmaz bir kavramıdır. Yalnızca ‘us’un ışığından doğar ve tümdengelimin kendisinden daha pekindir, daha yalındır.
Tuval estetiği üzerinde, tuvalin yüzeyini kullanarak yaptığımız çalışmalar, yani resim ekseninde yapılandırılan çalışmalar tuval ve boya estetiği ile sınırlı değildir. Bazılarında gördüğümüz gibi değişik malzemeler ve araştırma materyalleri de vardır.
Sanatçıların ilgi odağı doğa. Bu geçmişte de böyleydi bugün de böyle… Bugün dünyaya artık farklı farklı bakış açısıyla/açılarıyla bakıyoruz.
Sanatın ilk ortaya çıktığı dönemlerden itibaren düşüncenin, sanatın en altta kalan yapı taşı olduğunu bilmeyenimiz, kabul etmeyenimiz yok gibidir. Düşünce; maddeci felsefe kuramında, nesnel olan gerçekliğin insan bilincindeki yansımasıdır. Düşünceleri; tarihine ve topluma dayalı olarak koşullanmıştır. Yine düşünceler, kökenine insanın toplumsal varlığına da dayalıdır.
Günümüz de özellikle içinde bulunduğumuz dönemde ki fiziki ve sosyal çevre içindeki konumlarımız, sosyal ilişkilerimiz, bunları belirleyen kültürlerimiz, kültür ortamı-kültür ögeleri önemli.
Çünkü bizi biçimleyen kültürümüz. Bizi kütür biçimlerken aslında o kültür içinde yaşayan sanatçı da sanatında kültürünü biçimlendiriyor. Yani sanatçı olarak o kültürün içinde üretiyor ve kültürle/ kültürlerle biçimlenen sanat deneyimlerini ortaya koyuyor. Kültürel veriler, simgeler, işaretler; sanatsal anlatım araçlarıdır. Bilinçli simgeci tavırlar, bir ifade tarzıdır ve sanatçı bir konudan estetik dozu yüksek bir yapıt ortaya koyabilir.
(Simge, gerçekliğe ilişkin sıkıştırılmış ya da soyut bir biçim içinde, geniş kapsamlı düşünce ve büyük anlam bağlamları yerine geçen işaretlerdir.)
Sanatsal yaratma süreçleri oldukça karmaşık bir süreçtir. Yaratılan eserin, dönemin felsefi, sosyolojik ve sanatçının psikolojik yapısıyla ilgili boyutları vardır. Bu nedenle sanat eserini belli konulara ve bakış açısına göre indirgeyerek tam olarak açıklamak çok zordur. Hatta bazen mümkün değildir. Sanatçısı bile kendi eserini tam olarak açıklayamayabilir. Bu sanatçının zaafı değil, sanatın doğasıyla ilgili bir durumdur. Her sanatçının onu sanatında yönlendiren itici güçleri ve etki kaynakları vardır. Bu itici güçler, çocuk dönemlerimizdeki yaşantılarımıza kadar uzanır. Bazen bir fantezi ya da bir rastlantı olabilir.
TIPKI BİLİM ADAMLARI GİBİ
Einstein fantezi kavramı üzerinde çok durmuştur. Daha 5 yaşındayken bir ışık demetinin üstüne binsem de uzayı gezsem şeklinde ki bir fantezisinden bahseder.
(E = mc2, fizikte kütle-enerji eşdeğerliğinin temel formülüdür.
Bu formül, enerji ile kütle arasında ilişki kurar. Bu formülde boşluktaki ışık hızının karesi, kilogram başına ne kadar enerji düştüğünü belirtir.
E= CİSMİN ENERJİSİ, m=cismin kütlesi (kg), c2=ışık hızının karesinin sayısal değeri(metre/saniye). Bu formülün popüler kültürdeki yeri de büyüktür. Formülü bir cümlede anlatmak gerekirse: Bir maddede kilogram başına, boşluktaki ışığın metre saniye−1 cinsinden hızının karesinin sayısal değeri kadar enerji ‘joule’ düşer. Burada ışık hızı (c) önemlidir çünkü bu hız evrendeki en yüksek hızdır ve tüm referans çerçevelerinde sabit bir değere sahiptir.
Yüzyıllar boyunca süren ve giderek daha da kesinleşen ölçümler sonucunda 1975’te ışığın süratinin 299.792.458 m/s olduğu 4 milyarda birlik bir belirsizlikle hesaplanmıştır.
(1905’te özel görelilik teorisinin bir sonucu olarak türetmiştir. Birim kütleden inanılmaz enerji elde edilebileceğini gösteren bu formül sayesinde diğer insanlar tarafından atom bombası da icat edilir.)
Yine Einstein; ‘Bilim adamları ve sanatçıların, bilinmeyenlerin keşfine yönelik görevleri ve fantezileri aynıdır.’ der.
Nobel edebiyat ödüllü Fransız yazara Einstein, ‘Siz sanatçı olarak nasıl çalışıyorsunuz?’ diye sorar. Yazar da ‘Efendim biz sezgilerimizle, duygularımızla çalışan insanlarız.’ diye cevap verir. Einstein de ‘Biz de öyle, biz de’ der.
Yukarıda da bahsettiğim gibi ‘sezgi’ arı ve dikkatli bir anlığın kuşku duyulmaz bir kavramıdır. Yalnızca ‘us’un ışığından doğar ve tümdengelimin kendisinden daha pekindir, çünkü daha yalındır. Bu nedenle bilim ve sanat başka herhangi bir yolda kazanılamaz.
Netice olarak sanatçılar ve bilim adamları için belki önemli olan, işlerini tam olarak oturtabilecekleri içlerinden gelen bir kaynağa yönelebilmek. Sanat eserinin uzandığı mantığın; akla yatkın, algılanabilir bir boyutu vardır.
Bu nedenle Almanya doğumlu bir yazar, sanat ve film teorisyeni ve algısal psikolog olan Rudolf Arnheim (1904 –2007)’e göre düşünme, ilk anda görme ile birlikte oluşur. Yüzeye dağılan elamanların anlamsallık boyutları irdelenmeden, en saf halleriyle bir şeyi ifade ettiklerini görmekte gereklidir.
Göz sadece bir duyu organıdır ve görme duyumuz ile bütün yaptığımız daha sonra bunları işleyecek, değerlendirecek bunlar üzerine düşünecek olan beynimiz için görüntü verileri toplamaktır. Bu bilim ve felsefe tarihine damgasını vurmuş mekanik modeldir.
Bu mekanik modelde duyularla düşünce birbirinden ayrılır. Akıl tarafından işlenmedikçe duyular yanıltıcı ve güvenilmezdir.
John Berger ‘Görme Biçimleri’ kitabında, görüntü verilerini toplayan ve kaydeden, beyin için gerekli verileri toplayan, insanın bilme yetisinin en etken organının görme duyusu olduğunu ifade eder.
Düşüncelerle görülen nesneler, görüşümüzü etkiler. Mesela cehennem kavramı, ateşin her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur. Tek bir nesneye değil, nesnelerle aramızdaki ilişkilere bakarız her zaman.
Görüşümüz sürekli olarak canlıdır, hareketlidir. Bulunduğumuz yerden karşı tarafı görebiliyorsak, karşı taraftan da bulunduğumuz yeri görebiliriz. Görüşün sürekli canlılığı, bu nedenle her şeyi bir arada tutar ve bulunduğumuz durumda bizimle olabilecek her şeyi gösterir.
Gözün retinası ile görünen görme eylemi sadece baktığımız şeyleri gösterir. Bakmak bir seçme edimidir. Bu edimin sonucu olarak gördüğümüz nesne elimizle dokunulacak bir nesne anlamında olmasa da ulaşılabilen bir alana getirilmiş olur.
Düşünmenin daha ilk anda görme ile birlikte oluştuğunu, düşünmenin yapısal olarak neredeyse resimsel diyebileceğimiz ölçüde görme duyumuza bağlı olduğunu, insanın bütün sanatsal ve bilimsel faaliyetlerinde problem çözme anlamında ki ‘gerçek düşünme’nin her zaman uzamın görsel algılanışı üzerinden yürüdüğünü savunan Rudolf Arnheim; düşüncelerimizin duyu ve algılarımıza bağlı olarak biçimlendiğini anlatır ve görme duyusu ile düşünme arasında kurulmuş sahte ikilikten kurtulmanın bilim ve sanatlarda verimli açılımlar getireceğine de işaret eder.
Görsel düşünme; doğrusal düşünmenin yerine daha bütünsel ve analitik bir yaklaşıma sahip olmaktır. Yaratıcı düşünme kabiliyetini artırıcı bir soluk getirir. Bütünü görebilmeyi sağlar. Karmaşık fikirleri küçük parçalara ayırıp analiz yapabilme ve bu analizler üzerinden fikir geliştirme süreçlerini kolaylaştırır. Yapıtlarda düşünme faktörü ve bu bu faktörün tanım kazanması, kendi özgülüğünü de ortaya koyar. Bu ortaya koyuş şekli, kültüründe bir anlatımı oluyor. Bu anlamda duyusal yaşantı içinde nesnel varlıkların ortaya konuş şekli, duyumsama ve algılama yönünün yansımasıdır. Bu yansıma, tikel, öznel, zorunlu, rastlantısal, özsel olan, olmayan gibi çeşitliliği bir bireşime götürür. Bunu duyusal ve algılama anlamında başarmakta çok önemlidir.
Sanat, sadece çekici görünen şekilleri ve renkleri bir araya getirmek değildir. Rudolf Arnheim göre ‘Sanat’ insanların dünyayı anlamalarına yardımcı olmanın ve dünyanın zihniniz aracılığıyla nasıl değiştiğini görmenin bir yoludur.
Akıl yürütme, dişil bir doğaya sahiptir. Bu eyleme yol açan ise görme duyusudur. Tikel içinde genele ulaşmak yani ayrıntıda bütüne gitme yöntemidir. Duyu malzemesi olmasaydı, zihnin düşünmesini sağlamak da mümkün olmazdı.
Sanat yapıtı bir düzendir. Her düzen, içine birbirinden farklı parçaları alır. Düzen bu parçaların çokluğuna, ama çoklukta birliğe dayanır. Bundan ötürü her sanat yapıtında, çokluğa dayalı bir birlik söz konusudur. (Bu anlayış Marxist sanat felsefesi içinde geçerlidir.)
Duyumcu felsefeciler, daha önce duyularda olmayan şeyin, zihinde de bulunmayacağını öne sürmektedirler. Mesela Platon, sanatlar içinde müziğe, erişim alanının ötesinde bir yer açar, resim sanatına ise ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini öne sürer.
Günümüzde sözel kavramlar temelinde zihinsel düşünme ön plandadır. Görülebilen resim, sözel ifadeden daha fazla betim öğesi içerdiğinden, sanat üzerine bu tür düşünme yaygındır. Özellikle sanat eğitiminde zihinsel düşünme yöntemiyle yapıt analizlerine girişmek gerekir. Doğrudan gerçekliğin kopyası olan olayların değil de hayal gücünün gerçeklikten devşirdiği elemanları işlemesi onlara yeni bir biçim vermesiyle kendine özgü bir içerik niteliği verdiği bir düzendir.
Görme ve işitme, zekayı kullanmakta en mükemmel ortamlardır. Düşünceler, gördüklerimizi etkiler. Zihnin düşünebilmesi için görsel algı zorunludur. Duyular, bütün olarak salt bilme yetisi araçları değildir çünkü algı, amaçlı ve seçicidir. Etkin seçicilik, gözün temel bir işlevidir. Bu nedenle seçim de çevredeki değişmelere yönelik olacaktır.
Algı ile düşünme arasındaki ayrım, bugün de hala sürmektedir. Algı, düşünmeyi içermediği varsayımıyla küçük görülmektedir. Sonuç olarak düşünme, işlenmemiş ham algı verilerini kavramlara dönüştürdüğü andan itibaren bilişsel malzeme de algısal olmaktan çıkmaktadır.
Rudolf Arnheim, görsel algıyla düşüncenin birliğini yeniden kurmaya çalışırken sanat konusundaki bilişselliğin ve onun hizmet ettiği diğer amaçların temel bilişsel işleve dayandığını da söyler. Sonuç olarak sanat, sanat yapıtlarından ibaret değildir. Sanat yapıtları, birer önermedir. Sanat, sistematik bir görsel duyarlılık gerektirir.
Çağını yaşayan bir sanatçı, kendi düşünsel tanımları ile resme anlam ve derinlik kazandırırken içeriğe yardım eden biçimsel vurgusuyla ve ‘özümseme’ ilkesinin varlığıyla yapıtını meydana getirir. Özümseme, estetik kaygı için önemlidir. Bu estetik kaygı düşünce kapsamıyla ilişkilidir. Düşünce kapsamının bu yönü de sanatçıya artı olarak felsefi bir boyut durumu getirmektedir. Bu yaklaşımlar, bir yapıtın insancıl boyutunu da ortaya koyması bağlamında çok değerlidir.
Salime Kaman
Ressam- Sanat Eleştirmeni
Adana- Nisan 2025